Adamlık, Atatürk gibi dev isimlere yakışırken, "Adamcık" da günü kurtarma derdine düşen zübüklere verilen isimdir.

Bazen bazı makaleleri okurken "balık hafızalı" ibaresini kullanmak istesem de balıkların bile o kadar unutkan olabileceklerine ihtimal veremiyorum. Bu hafta yine işi gücü sadece hükümete övgüler düzmek olan bir gazete, hazımsız bir Atatürk eleştirisine yer vermiş. 29 Ekim ardından 10 Kasım'ın gelmiş olması, yoğun Atatürk söylemlerinden mütevellit bazı bünyelerde hazımsızlık yaratabiliyor. Ki bu normaldir. Cumhuriyet her bünye tarafından kabul görmez. Mesela Afganistan. Buyurun. Vize de almıyor. Bünyenize uygun bir coğrafya. Aradığınız her şey orada mevcut. Allah yolunuzu açık etsin. Gidişiniz olsun da dönüşünüz. Olur zahir! (Ki işin aslı olsa da olur, olmasa da olur.)

Konumuz dağılmasın. Severim bu tarz çok bildiğini zannedip, tek görevi Edirne Kırkpınar Güreşleri’nden bile fazla yağ tüketmek olan bu arkadaşları. Bu arkadaşların yaşam enerjisi tek kelimedir: "Aferin." Bu ödüllendirme ile şartlı refleksleri gelişir. Onu şak şaklayanlar da "Yaaa bak ne zeki adam" derler. Bu döngü sürer gider. İşin garibi bu hiç değişmez. İktidarda kimin olduğunun önemi yoktur. Önemli olan yazıyı kaleme alanın kıvırganlık oranıdır. Ayrıca güçlü bir dil yapısı da şarttır. Haaa! Bu dil ifade özgürlüğü için değil, iskarpin yalamak için kullanılır; o da ayrı bir mevzu.

Biz de farklı bir şeyler yazmak isteriz ama bize yazmak yasak. Neden yasak? "Çünkü Silivri bu mevsimde oldukça soğuk olur" ve benim romatizmal hastalıklarım bu soğukları kaldıramaz. Hem insan makale yazdı diye hapse girer mi arkadaş? Bizim ülkemizde girer. Her iddianamede neredeyse yüz yıldır aynı suçlama vardır: "Türk Ceza Kanunu Madde 216. Halkın bir kesimini sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir diğer kesime karşı kin ve düşmanlığa tahrik etmek veya aşağılamak suç teşkil eder." Ne hikmetse bu suçun fiiliyatı tarih boyunca bir kez, 6-7 Eylül olaylarında gerçekleşmiş; ilginç olanı ise bu suçu işleyenlere iddianame bile hazırlanmamış!

Ne yazmış gazeteye bu arkadaş? "Atatürk döneminde tek adam rejimi vardı. O dönem için demokrasiyi sağlayan Demokrat Parti oldu. Onu da darbe yapıp astılar." Peki, tek adam ne yapmış, minicik bir örnekle bakalım mı?

1924: Ankara Fişek Fabrikası'nın açılması.

1925: Gölcük Tersanesi'nin kurulması.

1926: Alpullu ve Uşak Şeker Fabrikaları'nın faaliyete geçmesi.

1927: Bünyan Dokuma Fabrikası'nın açılması.

1928: Ankara Çimento Fabrikası'nın hizmete girmesi.

1934: Eskişehir ve Turhal Şeker Fabrikaları'nın açılması.

1935: Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası'nın tamamlanması.

1936: Nuri Demirağ Uçak Fabrikası'nın kurulması ve ilk Türk uçağı NUD-36'nın üretilmesi.

1937: Karabük Demir Çelik Fabrikası'nın temelinin atılması.

Bakın... 15 yılda sadece 1/5'ini yazdığım bu örnekleri gerçekleştirmiş. Hem de savaştan çıkmış, daha 10 yaşına bile gelmeyen bir Cumhuriyet'te. Peki, sayın yazar, yüz yıl sonra bu fabrikalar nerede diye soralım mı? Sanırım cevabı şu tekerlemede gizli:

"Komşu komşu hu / Oğlun geldi mi / Geldi / Ne getirdi / İncik boncuk / Kime kime / Sana bana / Başka kime / Kara kediye / Kara kedi nerede / Ağaca çıktı / Ağaç nerede / Balta kesti / Balta nerede / Suya düştü / Su nerede / İnek içti / İnek nerede / Dağa kaçtı / Dağ nerede / Yandı bitti kül oldu…"

Bu fabrikaların biri bile yok. Yandı bitti, kül oldu. Bir kısmını papaz götürdü, bir kısmını Zarrab, bir kısmını da Araplar ham yaptı... Bir büyüğümüzün dediği gibi, "Gemi var, gemicik var." Ben onu uyarlayıp şöyle ifade edeyim o kıymetli (lafın gelişi) yazar arkadaşa: Adam var, adamcık var. 15 yıla her şeyi sığdırana biz adam deriz, senin gibi tek işi yağ çekmek olanlara da "adamcık" deriz.

Adamcık demişken... Bu kelimenin çağrıştırdığı basitlik, eğilme bükülme, duruma göre şekil alma gibi vasıfları düşününce, aklıma her şey geliyor da, bir insanın bu kadar gönüllü bir şekilde kendini küçültmesi gelmiyor. Düşünsenize, koskoca bir insan, düşünme yetisi, yazma kabiliyeti var ama bunu daha büyük idealler için değil, sadece birkaç aferin uğruna harcıyor. Kendini kandırma sanatı bu olsa gerek.

Bir de bu eleştiriler nedense hep aynı klişelerden besleniyor. Mesela "Atatürk baskıcıydı" söylemi... Bunu söyleyenler şunu bilmez mi: O dönemin dünyasında liderlik anlayışı nasıldı? Tek adam diye eleştirilen kişi, ülkenin kaderini bir avuç metal yorgunu insana bırakmamış. Her şeyi sıfırdan inşa etmiş, halkıyla omuz omuza yürümüş. Bugün bazı padişah sevdalılarının o yıllarda bırakın fabrikayı, ülkenin varlığını bile satıp tüketebileceğini tahmin etmek zor değil. Satmak demişken, son yıllarda aklımıza gelen bazı satışları sıralayalım:

TÜPRAŞ: Türkiye'nin en büyük petrol rafinerisi, 2005 yılında özelleştirildi.

PETKİM: Petrokimya alanında faaliyet gösteren şirket, 2008 yılında satıldı.

Ereğli Demir Çelik (ERDEMİR): Demir-çelik sektörünün önemli kuruluşu, 2005 yılında özelleştirildi.

Seydişehir Eti Alüminyum: Türkiye'nin tek alüminyum tesisi, 2005 yılında satıldı.

Türk Telekom: 2005 yılında %55 hissesi özelleştirildi.

OYAKBANK: 2007 yılında satıldı.

T. Sınai Kalkınma Bankası: 2002 yılında özelleştirildi.

İskenderun Limanı: 2011 yılında özelleştirildi.

Mersin Limanı: 2007 yılında satıldı.

Antalya Limanı: 2010 yılında özelleştirildi.

Hilton Oteli (İstanbul): 2005 yılında satıldı.

Büyük Tarabya Oteli: 2006 yılında özelleştirildi.

Büyük Efes Oteli (İzmir): 2005 yılında satıldı.

TEKEL: Alkollü içkiler ve sigara bölümleri 2004 ve 2008 yıllarında özelleştirildi.

SEKA: Kağıt fabrikaları 2005 yılında satıldı.

Elektrik Dağıtım Şirketleri: Türkiye genelindeki birçok elektrik dağıtım şirketi 2008-2013 yılları arasında özelleştirildi.

Spor Toto, At Yarışı, Milli Piyango vs. konularına girmek bile abesle iştigal.

Bu noktada şu soruyu sormak elzemdir "Yanıp, biten, kül olup birilerine altın tepside sunulan bu şirketlerin birini yerine koyabilir misiniz?"  Bu adamcıkların amaçları üretmek, inşa etmek ya da topluma yol göstermek değildir. Bu kişiler yalnızca bugünün nimetlerini elde etmek derdindedirler. Dolayısıyla "yarın ne olacak?" sorusu, onların zihninde pek yer bulmaz.

Ve biliyoruz ki, Atatürk’ü eleştirenlerin en büyük korkusu, onun değerinin her geçen gün daha çok anlaşılmasıdır. Çünkü gerçekler, sahte şovların arasından bile sıyrılarak kendini gösterir. Gölgeye rağmen güneş her zaman vardır. Ancak bazı gözler karanlığa alışmıştır; onlara ne desen nafile.

Ne diyelim, "adamcık" kalmayı seçenlere de selamet dileriz. Ama unutmasınlar: Tarih yazanın, üretenin, halkı için mücadele edenin adını altın harflerle yazar. Diğerleri mi? Onlar da gölgelerde elbet bir gün Bu makale burada bitmez ama bize ayrılan sayfanın sonu bu. kaybolur gider.

E hadi bakalım! Umarım bir gün herkes neyin ne olduğunu görür de biz de şu özgürlük denen şeyin sadece kitaplarda yazmadığını tecrübe ederiz. Ama malum, Silivri’nin soğuğu bizim hayalleri de donduruyor.

Unutmadan, "Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi" suç sayılmadan alın, okuyun. Okutun. Saklayın. Belli ki gelecek nesiller, bazı adamcıklar yüzünden ona çok ihtiyaç duyacaklar!

Aldanmışlardan değil, ülkesine adanmışlardan olmanız dileği ile...