“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
Küçükken en sevdiğim oyunların başında bilye gelirdi. Sonrasında "batçı" derler bir oyun vardı. 30 cm’lik bir kazığın ucunu şimşirtip yere savurarak saplardık. Rakip gelir, başka bir kazığı saplayarak seninkini devirirdi. Devirdiği her kazık için puan alırdı. Devirmeyi de, devrilmeyi de bu oyundan öğrendim desem yalan olmaz. Bazen saplandığımız yerde devrildik, bazen uzun süre direndik. Ama atladığımız nokta hep aynıydı: zemin çamur oluşu! Çamur ne kadar cıvıksa, batçı oyununda kaybetmek de o kadar basitti. Toprak ne kadar sert olursa bu defa da kazık yere saplanmazdı. Her hâlükârda zemin iyi olmalıydı. Hayat gibi. Uygun zemin, uygun araç gereç. Ne hikmetse bana hiç denk gelmedi. Ben iflah olmaz bir “Kaybedenler Kulübü” üyesi olarak yaşam sürdüm. Savrulup gittim. Ve bir anda da yaşlandım. “Her yaşın bir güzelliği var” diyen de her kimse, emin olun yalancı. İhtiyarlığın hiçbir tarafı güzel değil.
“Göz açıp kapayıncaya kadar geçer ömür,” derdi ninem. Haklıymış. Filmimizin son çeyreğini sahneye koyma zamanı geldi. Artık ne benim sevdiğim oyunları oğlum oynuyor ne de onun sevdiği bilgisayar oyunlarını ben seviyorum. Hayat bizi bir yerden alıp bir yere savuruyor. Yaşadığımız, büyüdüğümüz coğrafya ve oradaki şartlarımız karakterimiz, karakterimiz ise burcumuz oluyor. Sağdan alıp sola savrulmak gibi...
Sola savrulmak demişken, ilk gençlik yıllarımda Ankara Necatibey Caddesi’ndeki Ülkü Ocakları’ndan çıkmazdım. Askeri lise üniforması ile oraya her gittiğimde çaycı abimiz “Hay maşallah,” demeyi ihmal etmezdi. Kitap okur, çay içer, kendimi çok önemli bir merkezin üyesi olarak düşünürdüm. Zamanla koptum. Cumhuriyet Gazetesi’ni askeri okula sokmak yasaktı; sırf o yasağa inat gazeteyi bacağıma sarar, gizlice okurdum. O dönemler Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve Uğur Mumcu okumayı sevdim. Zamanla diğer yazarları da. Zafer Çarşısı’nda kitapçılara gidip saatlerce yeni kitapları karıştırmak en büyük keyiflerimden biriydi. Bazen makaleler kaleme alıyor, mahlas olarak da “Haluk Alper Tunga” ismini kullanıyordum. O vakitler hayat beni sağdan almış, sola savurmuş da haberim olmamış!
Bu ülkede en zor üç şeyi aynı anda yaşadım. Hem solcuydum (ki babam koyu ülkücüydü), hem askerdim, hem de Fenerbahçeli. Şimdilerde değişen sadece emeklilik oldu. Hem solcuyum, hem emekli, hem de Fenerbahçeli. İnanılmaz zor bir durum olsa da yaşamak için insanın içine bir umut bırakmıyor değil. Belki iktidar olmak, belki maaşa tatmin edici bir zam, belki de şampiyonluk. Üçü de çok uzak gözükse de fakirin ekmeği umut, yiyip yiyip duruyoruz işte.
Solculuk güzel şeydir aslında. Haktan, hukuktan, adaletten, eşitlikten, demokrasiden, insan haklarından, özgürlükten, adil yargıdan, eğitim eşitliğinden, paylaşımdan, dostluktan, sanattan, hayvanlardan, doğadan, edebiyattan, yoksulluktan, işten, emekten ve daha yüzlerce olguyu bünyesinde tutan, bana göre kutsal bir davadır. Ne davası derseniz “insan olma davası” derim. Fakat bazen kafamı kurcalamıyor da değil:
“Oğlum senin neyine solcu olmak? O kadar üniversite okudun, o kadar kitap didikledin, yapay zeka ve bilgisayar emcükledin, neye yaradı? Üç kuruş emekli maaşı ve fakirliğin zirvesi. Çalıştığımız Sabır Gazetesi de olmasa açız. Sağcı olarak kalsaydın, ne güzel, sisteme abad şekilde mis gibi yaşar giderdin. Yok mu etrafında o tarz insanlar? Vaar! E ne diye kaşınırsın da ‘hak, hukuk, adalet’ diye sakat hâlinle yollara düşersin?” Elbette bu düşünceleri kovuyorum beynimden. Çünkü bu şekilde zaten yaşamazdım. Sonra bir bakıyorum ki solcunun da sağcısı varmış! Bu ayrı bir köşe yazısına konu. Şimdilik dursun.
Gelelim ifrit olduğum konuya: Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş ve konser sevdası. En sevdiğim başkanlardan biriydi. Tâ ki Beypazarı Belediye Başkanlığı günlerinden beri takip ederim. Beypazarı onun sayesinde coştu gitti. Kente bir kimlik kazandırdı. Turizmle tanıştırdı falan. MHP’den keskin bir dönüşle CHP’ye geçti. Geçsin. Sözümüz yok. Rekor oyla tekrar seçildi. Sözümüz yok. Bre başkanım, sen ne diye milyonlarca lirayı şarkıcı arkadaşlara babanın parası gibi dağıtırsın? Bunu sadece sen yapmıyorsun biliyorum ama kabak sana patladı. Hele de Ebru Gündeş’e. Unutmadık daha Reza Zarrab’lı günleri. Milyon dolarlık otomobilleri. Hepsi mıh gibi aklımıza çakılı duruyor. Ne olurdu o konser verilmese. Ki ben belediyelerin ücretsiz halk konserlerine karşıyım arkadaş. Onlara vereceğin her konser ile bir okul yaptırabilirsin. Olmadı derslik, olmadı burs olarak ver.
Ha bir de o konserlerde şarkı söyleyen zatı muhteremlerin solculuk oyunlarına ifrit oluyorum. “Yiğidim aslanım burda yatıyor” yahut “Yuh Yuh!” yahut “İzmir Marşı.” Ellerinde bayrak, dillerinde şarkı, akıllarında paranın miktarı. Zerre kadar içlerinde solculuk olsa o konserlerin hiçbirinden kuruş almazlar. Verilen her kuruşta yetim hakkı var, öksüz hakkı var. Bir de bunları izlemeye gidenler... Hâl ve ahvallerine bakıyorum, sanırsın Kurtuluş Savaşı vermişler. Sanırsın cephelerde savaşmışlar. Öyle tripler falan. Yahu kimse sormuyor mu “Bir yerde ürün bedavaysa, orada ürün sensin!” ya da başka bir soru: Bu sanatçı dediğimiz (-ki bana göre sanat başka bir şey) bunların içtiği bir bardak ejder meyveli smoothie, yanında bir kek, kıt kanaat geçinen emeklinin bir aylık geliri ile aynı!
“Ahmet Hakan ile aynı fikirde olacaksın” deseler inanmazdım ama bu konuda aynı fikirdeyim: Bu paraları sadece şarkı söyleyen birine vermek saçmalığın daniskası. Çocukluğuma tekrar bakıyorum da, sağdan sola savrulmuşuz ama yıllar geçse de bazı solcu sandıklarımız, yaşları bilmem kaçta olsa, rüzgar nereden eserse oraya savruluyorlar. Şimdi buradan Mansur yavaş başkana seslenmek farz oldu: Bu şarkıcılara dağıttınız para milletin parası mı? Sizin paranız mı?
O zaman bir şarkı da Tevfik Fikret’in sözlerinden, Cem Karaca’nın dilinden gelsin:
“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
Yiyin efendiler, bizden aldıklarınızı, gözümüzden sakladıklarınızı; bizse elimizde kalan kırıntılarla bile hayata tutunmayı sürdürüyoruz. Ama unuttuğunuz bir şey var: Bir gün o sofralardan kalkmak zorunda kalacaksınız, tıpkı bizlerin her gün yeniden ayağa kalkmak zorunda olduğu gibi. Ve işte o gün, aslında bu ülkenin gerçek sahiplerinin kim olduğunu hep birlikte göreceğiz.
Şimdi, haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan olmamak adına, kalın sağlıcakla; ama gözleriniz açık kalın!