Anıların son kullanma tarihleri vardır. Yavaş yavaş beyinden silinen anıların yerine yenilerini koymadıkça eş dost sohbetlerinde her defasında aynı hatıralar ufak tefek eklemelerle anlatılır durur. Bunun adı yaşlanmaktır. Yıllar önce bir hocam "riske edilmemiş hayat, hayat değildir; sadece bir zaman düzlemidir" demişti. Şimdi onu çok daha iyi anlıyorum. Çok şükür! Risksiz hiçbir dönemin olmadı. Hayatımın her döneminde risk vardı. Ölümün ucundan döndüğüm olaylar da oldu, her şeyimi bir anda kaybettiğim de oldu.

Bugün, sarı yağmurluğu ve sarı çizmeleriyle bilge bir balıkçı gibi "Evladım, bak sana bir öğüt vereyim" demek niyetinde değilim. Çünkü nasihat verme ehliyetim olduğunu da sanmıyorum. Yılların biriktirdiği öykülerle dolu bir bavulum var ve ben bu öyküleri anlatmayı seviyorum. Hayat, gözümün içine sokarcasına her şeyi önüme serdi. Şimdi ise, riske edecek bir hayatım kalmadı. Final perdesi kapanırken, anlatma ihtiyacı daha da derinleşiyor. "Filanca tarihte, hiç unutmam..." diye başlayan cümlelerin sayısının, bitiş çizgisine yaklaştıkça daha da arttığını gözlemledim. Çevremdeki insanların birçoğu da aynı durumda. Kimileri farkında, kimileri değil. Anılarımız, arayışın en önemli parçalarından biri. Ancak hatıraların zamanla silinmesi, insanı anılarına daha fazla tutunmaya zorluyor. Belki de bu yüzden, her geçen gün aynı hikâyeyi tekrar tekrar anlatırken buluyoruz kendimizi.

Zaman, insanın bedeniyle olduğu kadar ruhuyla da oynar. Yaş aldıkça, bedensel yorgunlukların biriktirdiği acılar daha belirgin hale gelir. Artık 24 saat çınlayan bir kulak, tutmayan bir ayak, uyuşan parmaklar. Polinöropati, kalp, şeker, tansiyon... Daha neler neler... Ömür boyu ilaç şirketlerinin damlayan musluklarından biriyim artık.

Bütün bu hastalıklar, riske edilen hayatlar, dolandırılmalar vs. vs. derken yaşantının sonunda sadece iki kelimenin gerçek olduğunu anladım: Saygı ve Huzur. Diğer tüm kelimeler birer birer anlamını yitirmiş, çöplükteki yerini almış. Bu iki kelime, yaşanmış bir ömrün özeti adeta. Sağlık mı? Bir zamanlar kutsal saydığım bu kelime, şimdi sadece bir hayal gibi geliyor bana... Nasıl olsa koca ömrümde tedavisi olan bir hastalığa rastlamadım, en azından kendi bedenimde. Bedensel acılar, bir noktadan sonra hayatımın olağan bir parçası gibi; insan, her türlü acı ile baş etmeyi öğreniyor. Fakat saygı ve huzur, ruhun en derin ihtiyaçları. Bu iki kelime, bir ömrün sonunda geriye kalan tek gerçek.

Biraz da somut gerçeklerden gidelim. Benim bir akrabam var. Sanırım yetmiş yaşını aşan emekli bir memur. Hayatı boyunca kravatını hiç çıkarmadı. İşinden evine, evinden işine gitti. Ev aldı, diğer evi aldı, yazlık aldı, köy evi aldı. Bütün hayatını, karısıyla beraber bu evlerin ve eşyalarının borcunu ödemek için harcadı. ve 70 küsür yaşına geldi. Allah daha çok versin. Tek hayali, oğlunu ve kızını öğretmen yapmaktı. Kızı başardı... Ona göre oğlu başaramadı! Oğlu şimdi dünyanın en büyük şirketlerinden birinde üst düzey yönetici oldu. Ama o hâlâ ısrarla bana tavırlıdır. Çünkü oğlunun üniversite tercihini gizlice ben yaptırmıştım. Oysa ona göre öğretmenlik; yani devlet garantili, yaz tatilli bir iş, dünyanın en büyük şirketlerinin birinde 4 katı maaş almaktan çok daha iyidir! İşte bu akrabamın hayatında anlatacağı herhangi bir macerası yoktur. Yıllardır her bir araya gelmelerde (mecburi bayramlar) ilk öğretmen olduğunda yaşadığı olayı döner döner anlatır. Efendim, bu akrabam, ilk öğretmen olduğu yıl köyün jandarma kumandanı çavuş ile arkadaş olur. (O vakitler çavuşlar kumandandı.) Bir gün bu çavuş bir ihbar alır: “Köye yakın mağaraların birinde eşkıya var” derler. Giderken bizim öğretmen akrabayı da yanında götürür. Varırlar ki bir kadın bir erkek evden kaçıp gece karanlığında oraya sığınmışlar. Bu kadar... Evet, öyküsü bu. Hayatında yaşadığı en heyecanlı macerası bu. Şimdi düşünüyorum da bu macera dediği şey benim sıradanım bile değil. İşte bu macerasını da bizim sülalede bilmeyen yoktur.

Tek kullanımlık bir şanstır hayat. Doğru kullanmak gerek. Bunu bana anlatan, hakkıyla anlatan, İstanbul Polonezköy’de yaşayan Rum bir kardeşimdi. Minnettarım ona. Onun öğretisi ile güvenli bölgemden çıkıp dünyayı gezme fırsatı buldum. Tozun toprağın içinde de yattım, sağdan soldan ekmek toplayıp karnımı da doyurdum. Rüyamda bile göremeyeceğim harika coğrafyaları gezdim. Gördüm. Duyumsadım. Sevdiğim bir işi yapıyorum: Yazıyorum. Çocuklarıma ve torunlarıma anlatacağım birçok öykü biriktirdim. Birçok öğrencinin dünyaya bakışını değiştirdim. Belki para biriktiremedim ama güzel yürekli çok dostum oldu. Elbet kötüleri de oldu. Hayatım boyunca kalbimi kıran herkesi affetmeyi öğrendim. Sadece tek kişi için hep ölümü diledim. Hâlâ da diliyorum. Sanırım benim de sıkıntım bu!

Çok uzun yazdığımın farkındayım ama ez cümle: Çocuklarınızın üniversite zamanları. Bırakın mutlu olsunlar. “Devlet memuru ol” diye baskı yapmayın. Hatta 1-2 sene üniversiteyi kazanmak yerine dünyayı gezsinler. Acıyı tatlıyı öğrensinler. Ben 35 yaşımdan sonra doğdum. 3 kitap yazdım. Yüzlerce makale, 5 tane filme imza attım. 3 yıl aralıksız süren ve hâlâ konuşulan “Bıyıkaltı” isimli radyo programı yaptım. İyi ki yapmışım. İyi ki yazmışım. Geriye dönüp baktığımda, hayat valizimde, yaşanmışlık adına her konuda anlatacağım yüzlerce öyküm ve her şehir ve ülkeden yüzlerce dostum var. Mum ışığın aydınlığında, karanlığı da yazdım, aydınlığı da. Katılırsınız, katılmazsınız.. 

Bunları sadece bilin istedim. İlk cümlede yazdığım anıların, son kullanma tarihleri silinmeden yerine yenilerini koymak için yola çıkın. Emekli olunca değil, evlenince değil, çocuklar okulu bitirince değil, taksitler bitince değil, torunlar büyüyünce değil.
Şimdi...

Kalın sağlıcakla...