"Yaşım kırkbeş olmuş,
Gelsen ne olur?
Bu saatten sonra,
Beni sevsen ne olur?"
Son dönem meşhur türkülerden biri. Kara sevdaya tutulup sevdiğine kavuşamayan bir adamın yıllar sonra feryadının önce güfteye sonra notalara dökülmüş hali. Oldukça tuttu bu türkü. Kimse sorsan ilk aşkını hatırlayıp “Tam da beni anlatıyor” dedikleri türden bir türküdür. Mert Kaya söylüyor, Hüseyin Alan ve Volkan Çil yazmış. Müziği yine Volkan Çil yapmış. Ozan Kıyak ise düzenlemiş. Belli ki şair nasıl bir yangına gark olmuş ki bu satırları kâğıda dökmüş. Bir yandan kağıdı, diğer yandan yürekleri yakmış..! Anadolu türkülerinde bir kural vardır benim tabirimle de: Acısı olmayanın satırı da olmaz. Türküde yer alan odak cümle ise “Bu saatten sonra” kısmıdır.
Yaşım 54 oldu. Bilenler bilir; çok değer verdiğim birçok insanın vefat tarihi 27 Temmuz olduğundandır ben doğum günü kutlamam. Eskiden dostlar sürpriz yapardı ama sonraları onlarda alıştı kutlamaz oldu.. (Böylesi daha güzel). Yaş, türkü, dize, mısra geçip giden zaman vs. ne alaka?
Günlerdir, her gün kesilen elektrikler, telefonlar, internet, akmayan sular, patlayan lağımlar, kapatılan yollar falan derken insanın yaşama zevki sıfıra iniyor. Akan sular, patlayan lağımlar; bu şehirde her şeyin bir melodisi var, ama galiba ben bir türlü ritmi yakalayamıyorum. Yer mi? herkesin malumu olduğu üzere; Osmaniye.
Yaşam dediğimiz bir düzlem. Başlıyor, inişler çıkışlar falan derken, bir bakıyorsun hop bitmiş. Yani o düzlemde doğduğun coğrafya neresi ise; kaderinde orası oluyor. Bizim kaderimize de Osmaniye düştü. Kader işte. Ağlasan da sızlasan da fark etmiyor. Buna da şükür ya El Bap olsaydı?
Hangi yetkiliyi arayıp dertlerimizi anlatmaya kalksam “biraz sabır” ifadesi ile karşılaşıyorum. Yahut “en kısa zamanda” cevabı ile hemhal oluyorum. Bu kısa zamanın ne olduğunu halen anlamış ta değilim. Zaman geçiyor bu iki cümle değişmiyor; "en kısa zamanda" ve "biraz sabır". Oysa benim zamanım 18 yaşındaki bir gencin zamanına göre biraz daha hızla akıyor. Çünkü zamanı ortak kullandığım Polinöropati, şeker, kalp ve tansiyon gibi yol arkadaşlarım var.
Yine son günlerde, bizimde gazete olarak dâhil olduğumuz Havaalanı projesi var. Sosyal medyada herkesin dilinde. Olmalı mı? Olmamalı mı? Açıkçası ben olmasından yana değilim. Olmasından yana olsam da değişen bir şey olmayacağını biliyorum. Ama yine de meslek gereği bir tarafında olmak gerekiyor. Öyle ya “saldırgan medya” mensubu olarak damgayı yemişiz bir kere. Hem komünist, hem solcu, hem saldırgan canı sıkılanın yafta yapıştırdığı bir adam olarak yaşama gayreti içinde, hem de Osmaniye’de, hem de gazeteci olarak yazmazsak olmaz, söylemezsek hiç olmaz. Bir taraftan verilen gazlar: “cesur gazeteci, aslan gazeteci, kaplan gazeteci..” diğer taraftan devam eden duruşmalar. İnanılmaz bir çapraz durum. Gazetecilikte tarafsız kalmak önemli ama bir taraf seçmemiz gerektiğinde, kimin en çok kızacağına göre seçim yapıyoruz. Sonuçta adalet, eşit miktarda herkesi kızdırmaktır, değil mi?Bazen ben bile şaşıyorum. İlginçtir ir bizim meslek..!
Diyelim havalimanı projesine “tamam” dendi. 15-20 bin metrekare dönüm tarım arazisini feda ettik. Diyelim o zaman kadar bütün yollar yapıldı. Depremzede mağdurların tüm sorunları çözüldü. Diyelim her şey harika. Kaç yıl sürdü altyapı? İnşaat? Teknik donanım ve dijitalleşme… Kaç yılda olur bütün bunlar? Şöyle bir baktım Çukurova Havalimanı'nın yapımı 2013 yılında başlanmış ve 2024 yılında tamamlanmış. Yani yaklaşık 11 yıl sürmüş. Etti mi benim yaş 65.. Tabi ki yaşarsam! Ömrümüzü feda ettiğimiz şehirin en güzel günlerinde muhtemelen koltuk değnekleri ya da tekerlekli sandalye ile şahitlik yapacağım Ya da Asri mezarlıkta ziyaretçi ağırlıyor olacağım (tabi ki ziyaretçi gelirse).
O yüzdendir ki:
“Yaşım olmuş Altmış Beş
Bu saatten sonra,
Yapsan ne olur? Yapmasan ne olur?
Bu saatten sonra uçsam ne olur?
Uçmasam ne olur?”
Şimdi birileri çıkacak “iyi ama gelecek nesillere kalmasın mı?” Ona da cevabım şudur: “geçmiş nesiller sadece kendi hayatlarını düşünüp, gelecek nesilleri zerre düşünmüşler mi? Gelecek nesillerin uçakla seyahat etmesini sağlamak için 20 bin metrekare tarım arazisini feda ediyoruz. Sonuçta, "uçmayı öğrenmek için önce yürümeyi bırakmaları gerekiyor.” Varsın onlarda uçmayıversinler..
Amaaaan neyse ne… Hafta sonu Tuğçe Kandemir bacımızın konseri var. Şaplak çalar izleriz. Şak..şak..şak diye….