“İnsanın gözü taşradadır” derler. Bu gözü dışarıdalık yüzden de insan, şükretmek yerine “daha yok mu” telaşına düşer. Elindekilere, ilindekilere bakmak yerine; dışlık hevesiyle uzaklara göz diker. Bu garip ruh hali kendindeki ve kentindeki güzellikleri görmesine manidir. Öyle ki en fazla yabancılığı yaşadığı yere, taşıdığı bedenedir. Bu yabancılaşma ömür denilen konaklamada her geçen gün biraz daha artar. Teknolojik gelişmelerin bu yabancılaşmayı azaltması beklenirdi. Yazık ki teknoloji, bunun farkında olmak bir yana, zamanımızı çalmaya yönelik doğal olmayan enstrümanlarla daha fazla uzaklaştırdı doğadan. Bu yüzden de sürekli uzaklaşıyoruz doğamızdan. Belki bundan, belki daha farklı nedenlerden her geçen gün suskunlaşıyoruz. Sadece biz sussak iyi; yaşadığımız şehir de bizim gibi suskunlaşıyor. Birlikte bir suskunluğu büyütüyoruz sadece.

Şehirlerin doğal zenginlikleri, yurt genelinde olduğu gibi, Osmaniye’de de azaldı. İnsanın doymak bilmeyen hırsı doğayı mahvediyor. Hem de biz, bu doğal zenginlikleri tanımadan gerçekleşiyor bu! Osmaniye için örnek bir hadisedir: Doğal olarak bir tek Düldül Dağı’nın eteklerinde yetişen, halk arasında “köstüköpek” denilen (Latincesi “cyclamen”) bir bitkimiz var. Bunun ne tür bir bitki olduğunu bizler bilmeden, öğrenmeden birkaç uyanık kişi bunların soğanlarını sökerek, soylarını tüketmek pahasına, Mersin limanında yabancılara satmışlar. “Doğa Koruma” önlem almasa talan edilmişti. Başka bir örnek de Hacı Dağı’nda son kalan birkaç geyik ile ilgilidir. Birkaç yıl önce gazete manşetlerindeydi sanırım. Kaçak avcılar, bir geyiği daha acımadan vurmuşlardı. Okuyunca ben de okuduğum yerde vurulmuşa dönmüştü. Bir suskunluk büyüyor.

Osmaniye’nin doğal zenginliklerinin henüz farkına varılmadı. Sadece doğal zenginliklerinin değil, Osmaniye’nin kültürel ve tarihi zenginliklerinin de farkına varılmış değil. Bu durum, kentin elindeki zenginlikleri sahipsiz bırakarak kolayca tahrip edilmesine olanak sağlıyor. Halk, kendi toprağına, kendi kültürüne yabancı kalmamalı. Bunun sahibinin kendisi olduğunu bilmeli. Bu bilinç nasıl sağlanır, kim sağlar… Havada kalan sorular. Hal böyle olunca “korunması gereken tabiat varlığı” ibareleri duvarlarda kalır, hiçbir çalışma yapılmadığı için de bu yerler usul usul erir, yıkılır, kaybolur… Vaatler desözde kalır. Bir suskunluk büyüyor.

Osmaniyelilik, Osmaniye’yi tanımakla eş anlamlı olsa ne iyi olurdu. Oysa kendi mahallesini bile tanımayan o kadar çok insan var ki… Böylesi bir ortamda Osmaniye’yi anlatmak, çok zor. Hele Osmaniye’nin sesi olmak daha da zor. Çünkü okumanın güçleştiği, teknolojinin insanları kendi dışındakine sağırlaştırdığı bir zamanda insanlara bir şeyi duyurmak ve anlatmak kolay değil. Bununla beraber Osmaniye’nin sesi olmak için çırpınan yerel gazete ve dergilerden çığlıklar duyarız ara sıra; kimi sevinçli, kimi üzüntülü bir haberi sizlere ulaştırmaya çalışır. Bunlar anlık birer çığlık olur, sonra susar yeniden. Mesela dergi çevresinde edebi çığlıkları oldu Osmaniye’nin. Öyle ki bu çığlık il sınırlarını aşmakla kalmamış; ülke sınırlarını bile aşmıştı… Fakat sonra çevirdi bu koca suskunluk Güneysu’yu. Bir ara çıkmaya devam ediyordu. Deprem onu da vurdu. Bir suskunluk büyüyor.

Her alanda koca bir suskunluk vardı. Deprem bu suskunluğu daha da çoğalttı, perçinledi iyice. Bir ara“mutlu şehir” ifadesi, yalan da olsa, umutlandırıyordu insanları. Deprem onu da yıktı, devirdi. Mutlu değil de umutlu bir şehirdi Osmaniye. Fakat deprem o umudu biraz daha ötelere taşıdı. İyice uzaklaştırdı sanki. Şimdi büyüyen, koca bir suskunluk çevirmiş Osmaniye ufuklarını. Yanında etine dolgun bir umutsuzluk da var... Çığlık yok şükür, çığ gibi büyüyen bir suskunluk var. Allah kerim!