Hak ettiği değeri görmeyen, farklı duygulara dokunan ve keşfedilmeyi bekleyen filmlerle dolu bir seçki. Sinema keşfine var mısınız?
Bu yazımda, tek bir filmden değil de. Birkaç filmden bahsetmek istiyorum. Gizli Cevherler olduğunu düşündüğüm filmlerden. Az kişinin izlemesine göre değil de, hak ettiği değeri görmemesine üzüldüğüm filmler. Farklı farklı ülkelerin, değer görmemiş filmlerinden bahsedeceğim. Umarım önerilerim ilginizi çeker ve önerilerimden, önerdiğim filmlerden bazıları yürek yakan cinsten, bazıları tokat gibi, bazıları ise çok tatlı filmler. Belli bir türe bağlı kalmayacağım.
O zaman tatlı izleyelim tatlı konuşalım. 1962 Yapımı bir yol filminden bahsetmek isterim. İtalyan Yeni Gerçekçi filmler genelde insanın ruhunu daraltan filmler olurken, Il sorpasso ise, aşırı eğlenceli bir yol filmi. izlerken gerçekten yüzünüzde bir tebessüm oluyor. Konusuna değinecek olursak; Roma'nın yaz sıcağında, genç hukuk öğrencisi Roberto ile hayat dolu, enerjik ve bir o kadar da sorumsuz bir adam olan Bruno arasında gelişen beklenmedik bir arkadaşlığı anlatır.
Bruno, Roberto'yu arabasıyla bir günlük bir yolculuğa davet eder. Roberto başta çekinse de sonunda bu daveti kabul eder. Yolculuk boyunca Bruno'nun umursamaz, özgür ruhlu ve bazen kaba tavırları, Roberto'nun içine kapanık ve ciddi yapısıyla keskin bir bağ oluşturur. İkilinin yaptığı bu yolculuk sadece fiziksel değil, aynı zamanda duygusal ve felsefi bir keşif yolculuğudur. Kendini bulma, Yaşamın geçiciliği, bireysellik arayışı gibi daha birçok temaya ev sahipliği yapmakta film. Bunu komedi ve yaz gibi şeylerle harmanlaması da ayrı bir hoş bence. İzlerken italyada 1 günlük bir tatil yapıyormuş gibi hissettirecek, etkileyici bir finale sahip hoş bir film. Ben bu filme farklı bir yorum da eklemek isterim.
okuyan ile gezenin çatışması bence bu film. İtalyanlar bu filmi izlediklerinde, 60lar italyasına duydukları özlemden bahsederler.
The Magician(1958), muhtemelen en sevdiğim yönetmen olan Ingmar Bergman’ın en değeri bilinmemiş filmlerinden biri bana kalırsa. Aslında The Magician, bergmanın yıldızlar geçidini topladığı filmdir. Neredeyse her filminden birer imge bulundurur. Ve en farklı filmlerinden de biridir. 1840’larda İsveç’te bir sihirbazlık topluluğunun, sahtekar olduklarını kanıtlamaya çalışan kasaba yetkilileriyle karşılaşmasını konu alır. İnanç ve bilim arasındaki çatışma, gizemli olaylar ve Vogler’in sırları üzerinden işlenir. Film, gerçeklik ve yanılsama üzerine bir masaldır bana göre. Belirsizlik ve İnanç, sanatın gerçekliği ile bağdaştırılıp hikayesine işliyor. Birilerini kendi inandığımıza inandırmak zorunda mıyız? Bergman her filminde olduğu gibi, belirli ahlaki ve psikolojik kuramlar üzerine yoğunlaşmış. Bu yüzden de izlemesi oldukça zor bir film. Mistisizm(bilimin ötesindeki “görünmeyen” gerçekleri anlamaya çalışmak) eleştirisi yaparak seyirciyi bir sorgu üçgenine alır.
Rolling thunder(1977), Binbaşı Charles Vietnam'dan evine döndüğünde yabancılaşmış bir dünyayla karşılaşır. Savaşın travmasını hâlâ taşıyan Rane, ailesine ve eski hayatına uyum sağlamaya çalışır. Ancak bir grup suçlu evine girip ailesini öldürünce ve kendisini ağır şekilde yaralayınca, Rane intikam için harekete geçer. Yanında eski savaş arkadaşı Johnny ile birlikte suçluların peşine düşer. Kısaca konusu bu filmin. Etkileyici ve sürükleyici ama konu olarak da ağır bir film. İnsanı uzun bir süre etkisinde bırakan, sert bir intikam hikayesi. Etik değerler, Toplumsal değerler gibi belli kalıplara sıkışıp kalmış olan topluma bir tokat çarpmak için çekilmiş bir film. Yönetmeni Paul Schrader olduğu için, normal bir film beklememek lazım.
İki sert filmi arka arkaya konuştuk. Şimdi de tatlı bir film konuşalım. Tatlı, içinizi ısıtacak bir film. Ailenizle izleyebileceğiniz tatlı bir film. A Monster In Paris, başlık sizi yanıltmasın. Geçenlerde Zaz Je Veux dinlerken, Fransa sokakları neden filmlerde hep tatlı ve dekor gibi duruyor diye düşündüm. A monster In Paris ise, bu tabuları yıkıp Fransayı boğucu bir havaya bürümüştür. Ama bu boğucu havada da, insan olmakla alakalı güzel bir masal anlatmıştır. Küçücük bir sahne tozunun bile Monster için neler ifade ettiğini anlamak pek de kolay değildir. Film bir animasyon olsa da anlatmak istediği hikaye yetişkinlere de hitap eder, çocuklara da. 1900'lerin başında Paris'te, bir bilim insanı olan Professor Karlo ve yardımcısı Lucille yanlışlıkla dev bir canavara dönüşen bir sinek yaratır. Ancak canavar, görüldüğü gibi korkunç değildir. Adı Franken olan bu canavar, aslında oldukça duygusal bir yaratıktır. Lucille, cesur bir animatör olan Raoul ile birlikte, Franken’ı gizlemeye karar verir. Filmdeki ana tema toplumda farklı olanın kabul görmemesi. Şahane müzikal sekanslarıyla, çok tatlı bir deneyim.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sinemayla kalın. Haftaya görüşmek üzere.