Bağlanma teorisi, erken yaşam deneyimlerinin bireyin gelişimi üzerindeki etkisini açıklayan önemli bir teoridir.

Bağlanma teorisi, erken yaşam deneyimlerinin bireyin gelişimi üzerindeki etkisini açıklayan önemli bir teoridir. Bu teori, bebekler ve birincil bakıcıları arasındaki bağlanmanın bebeğin gelişimi üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğunu vurgulamaktadır. 
John Bowlby'nin öne sürdüğü bağlanma teorisi, insanlar arasında kalıcı bir psikolojik bağlılık deneyimi olarak tanımlanır. Bowlby, bebeklerin bakıcılarıyla bağ kurmaya yatkın bir şekilde doğduklarını ve güvenlik sağlayabilecek bir bakıcıya yakınlık aradıklarını belirtmiştir. Bağlanma teorisi, hem klinik hem de gelişimsel psikolojiyi büyük ölçüde etkileyerek, yetişkinlikte kişilik özelliklerini ve kişilerarası ilişkileri şekillendiren bir bebek ve bakıcısı arasındaki ilişkiye dayanan karmaşık dinamiklerin varlığını öne sürmektedir.
Bağlanma teorisi, çocuğun birincil ve biçimlendirici ilişkileri bağlamında gelişimini anlamak için bir model sunar ve ayrıca yetişkinin yaşam boyu yakın ilişkilere, sosyal ilişkilere ve özerk araştırmaya yönelik yönelimini incelemektedir. Bu teori, bebeklikten sonraki yıllarda çocukların anne babalarına ve vekil figürlere bağlanmalarının doğasındaki gelişimsel değişikliklere ve yaşam döngüsü boyunca diğer duygusal bağların doğasına odaklanır 
Anne ve çocuk arasındaki bağ, yüzyıllardır insanları büyüleyen bir etkiye sahiptir. 
Araştırmacılar, bir bebeğin hayatının ilk aylarında meydana gelen süreçleri keşfetmeye ve anlamaya çalışmaktadırlar. Anne ve çocuk arasındaki bağın temellerinin ise hamilelik sırasında (hatta öncesinde) oluştuğu bilinen bir gerçektir.
 Bir kadının içinde meydana gelen süreçler, onun psikolojisini değiştirir ve daha sonra kendini anne olarak nasıl algıladığını ve çocukla olan bağını etkiler. Araştırmalar, hamilelik sırasında kadınların psikolojisinin, doğum sonrası anne davranışlarını ve çocuk gelişimini etkileyebilecek belirli biyolojik belirteçlerle ilişkili olabileceğini göstermektedir.
 Örneğin, doğum sonrası anne davranışlarını öngören hamilelikteki oksitosin seviyeleri, depresyonla ilişkilidir ve yavru gelişimini etkileyebilecek bir faktör olarak giderek daha fazla kabul edilmektedir.
Bir çocuğu karşılamaya hazırlanırken, bir bakıma kadın hem anne hem de çocuktur - hem çocuğun ihtiyaçlarına hem de çocukluğu boyunca annesiyle olan kendi ilişkisinin hatıralarına erişimi vardır. Bu, bebeğin ihtiyaçlarını anlamasına ve ona bakım sağlamasına yardımcı olmaktadır. Bu annelik kapasitesinin oluşmasında, kadın ile kendi annesi arasındaki ilişki son derece önemlidir. Psikanalitik yazar Helen Deutsch'a göre, bir kadının hamilelik ve doğum sırasındaki refahı, bir annenin temsilinin içsel temsiliyle ilişkilidir. Bu refahın değeri düşerse veya nefret edilirse, kendisini bir kadın olarak olumlu bir şekilde temsil etmesini engellemektedir. Hem annesiyle şu anki ilişkisi (örneğin çocuk yetiştirmeye yardım etme) hem de annesiyle çocukluktan kalan anıları anneliğe geçiş döneminde önemlidir. 
Kişinin ana bakıcısıyla olan birincil ilişkisi, kişinin dünya görüşü ve başkalarıyla olan ilişkileri için bir şablon haline gelmektedir ve bu şablonlar, kişinin kendi çocuğuyla olduğu kadar yetişkinlikteki yakın ilişkilerinde de oldukça önemli bir etkiye sahiptir. Araştırmalar, kendilerini çocuklukta “ebeveyn bakımı yaşayan” olarak algılayan annelerin (yani, güvenli bağlanma stili ile nitelendirilebilecek olanlar), çocukları tarafından iletilen sinyallere karşı daha duyarlı olduklarını göstermektedir. Ayrıca, çocuklarıyla daha güvenli bir şekilde bağ kurabildiklerini ve sınırlara (yani çocuğun özerkliğine) saygı duyduklarını göstermektedir. Güvenli bağlanma stilinin nesiller arası aktarımında özerklik ve yakınlık arasındaki denge önemlidi.  
Dolayısıyla, ebeveynin destekleyici ve sevecen bir temsilinden destek alma olasılığı ile yüksek düzeyde öz-değer ve öz bakımı yansıtan içsel çalışma modeli, annelikle ilişkili stresi hem psikolojik hem de fizyolojik düzeyde azaltmaktadır, sosyal destek kullanımını kolaylaştırmaktadır ve hamilelik anneliğini daha az sorunlu hale getirmektedir. 
Öte yandan, kararsız, düzensiz ya da kaçınan bağlanma stiline sahip, çatışan ve reddedici bir şekilde bakım veren anneler, güvensiz bağlanma biçimlerini çocuklarına aktarmaktadırlar. Bakıcıları hakkında çok olumsuz temsillere sahip olan kadınların, kendilerini yalnız hissettikleri ve “içsel çalışma modeline” sahip olmanın getirdiği destek ve teselliyi kullanamadıkları için çocuğuna bakmayı ve güvenli bir bağ kurmayı daha zor buldukları söylenmektedir.
Bağlanma teorisi, bebeklerin bakıcılarla yakın erken ilişkiler yoluyla kendilerini, çevrelerini ve diğer insanların bakım sağlama yeteneklerini anlamlandırdıkları içsel bir çalışma modeli geliştirdiğini belirtmektedir. 
Bireyin içsel çalışma modeli, yaşamları boyunca nasıl ilişki kurduklarını etkileyebilmektedir; örneğin, ebeveynler çocuklarına genellikle kendilerine çocukken davranıldığı gibi davranmaktadır. 
Güvenli bağlanan çocukların, kendilerine saygı duyulmaya değer ve sevilmeye değer olumlu bir içsel çalışma modeli geliştirmeleri ve başkalarını güvenilir olarak görmeleri muhtemeldir.
Buna karşılık, bağlanma güvensizliği olan çocukların, özellikle düzensiz bağlanma, olumsuz bir içsel çalışma modeli olan ve sosyal ve davranışsal sorunlara yol açan tutumlar geliştirme riski daha yüksektir.
Bağlanma teorisi üzerine önemli çalışmalar yapan Hazan ve Shaver, temel dört bağlanma türünü şu şekilde açıklamaktadır.
Güvenli Bağlanma: Bu kişiler başkalarıyla kolay bir şekilde ilişki kurabilen, kendilerini sevilmeye değer biri olarak gören ve başkalarına karşı duyarlı olan bireylerdir. Hazan ve Shaver'a (1987) göre, bu bağlanma biçimindeki yetişkinler terk edilmek ya da başkalarına yakınlaşmakta yoğun kaygı yaşamamaktadır. Güvenli bağlanan bireylerin olumlu kendilik değerlerini korumaları için başkalarının onayına daha az ihtiyaç duyduğu bilinmektedir.
1. Saplantılı Bağlanma: Bu bireyler kendini değersiz biri olarak gören, başka kişileri güvenilmez bulan, başkalarının onayını kazanmaya çalışan, sık sık reddedilme korkusu ve terk edilme korkusu yaşayan kişilerdir. Bu bağlanma şeklinde kişiler ilişkilerinde takıntılı ve rasyonel olmayan beklentiler içerisindedir.
2. Korkulu-Kaçınmacı Bağlanma: Bu bağlanma biçimindeki bireyler kendini değersiz olarak gören ve başkalarını da olumsuz olarak değerlendiren, başkalarına güvenmeyen ve reddedici kişiler olarak inanılmaktadır. Bu kişiler reddedilme korkularından dolayı riskli buldukları ortamlarda bulunmamayı tercih ederek, yakın ilişkilerde de üzülmemek için kaçınarak kendilerini koruma altına almaktadırlar. Sosyal olaylara karşı aşırı duyarlıdırlar ve sağlıklı ilişkiler kuramazlar.
3. Kayıtsız-Kaçınmacı Bağlanma: Bu bağlanma biçimindeki kişiler kendilerini değerli ve sevilebilir olarak gören, bağımsızlığa önem veren, ancak yakın ilişkilerde reddedilmeme, hayal kırıklığı yaşamama gibi nedenlerden dolayı kaçınma davranışı sergileyen kişilerdir. 
Olumlu benlik algılarına zarar vermemek için yakın ilişkilerin çok da önemli olmadığına inanırlar.
Çok sayıda araştırma, düzensiz bağlanma ile bakım verme veya cezalandırıcı davranışları kontrol etme konusundaki katılım arasında bir bağlantı tespit etmektedir.
Araştırmalar, sürekli olarak bu davranışlarda bulunmanın ilişkilerde zorluklara neden olabileceğini ve bir kişilik bozukluğunun gelişimine katkıda bulunabileceğini ileri sürmektedir (Gilbert ve Blakey, 2021). Düzensiz bağlanma stiline sahip insanların, romantik ilişkilerinde daha çok kontrol edici ve cezalandırıcı davranışlar sergiledikleri, daha güvensiz-endişeli bağlanma stiline sahip insanların ise romantik ilişkilerinde zorlayıcı bakım verme davranışlarının daha yüksek olduğu görülmektedir. Buna karşılık, daha yüksek güvensiz-kaçınmacı bağlanma stiline sahip insanların ise romantik ilişkilerinde zorlayıcı bakım verme davranışlarının daha düşük olduğu saptanmaktadır.  
Kişilik bozuklukları, kültürel beklentilerden önemli ölçüde sapan ve bireyler için kişilerarası ilişkilerinde veya toplumdaki işleyişinde oldukça sorunlu olabilen, kökleşmiş davranış kalıplarıdır.  
Düzensiz bağlanma stili birçok kişilik bozukluğu ile ilişkilendirilir, ancak özellikle kişilerarası ilişkilerde istikrarsızlık, kendilik kimliği, dürtüsellik ve duygulanım düzenleme güçlükleri ile tanınan Borderline Kişilik Bozukluğu ile ilişkilendirilir.   Güvensiz kaçınan bireylerin, genellikle başkalarına güvenmeyi ve yakın ilişkileri sürdürmeyi içeren Şizoid Kişilik Bozukluğu gibi A Kümesi kişilik bozuklukları geliştirmesi daha olasıdır. 
Buna karşılık, güvensiz kaygılı bağlanma stiline sahip olanların Histrionik veya Bağımlı Kişilik Bozukluğu gibi muhtaçlık ve bağımlılık içeren kişilik bozuklukları geliştirmeleri daha olasıdır.  
Bağlanma teorisi, bireylerin yaşamları boyunca ilişkilerini ve kendilik algılarını şekillendiren temel bir çerçeve sunar. 
Bu teorinin anlaşılması, bireylerin sağlıklı ve güvenli ilişkiler kurmalarına yardımcı olabilecek önemli içgörüler sağlar. Bağlanma stilleri, bireylerin hem kişisel gelişimlerini hem de sosyal etkileşimlerini derinlemesine etkileyen dinamiklerdir ve bu nedenle, bu teorinin uygulamaları ve araştırmaları, psikoloji alanında geniş bir yankı bulmaya devam etmektedir.