Senin dünyan dağlardır Heidi. Yukarılarda evindesin. Kara çamlar, güneş açtığında yeşil çimenler, mutlu biri olmalısın Heidi…
90’ların çocukları hatırlar muhakkak. Günlerden pazardır, evin annesi herkesten önce kalkmış mutfakta yumurtalı ekmek yapıyordur. Led-TV’ler, plazmalar vs. yok o yıllarda. Bildiğiniz tüplü televizyonlar var ve daha yeni çoklu kanal dönemine geçilmiştir. İşte o yılların çocukları olan bizler anneden biraz sonra bir telaşla uyanırdık. Çünkü televizyonda, ne olduğunu ve hangi amaçla içerik ürettiğini yıllar sonra öğreneceğimiz Warner Bros’un bizi bizden alan çizgi film kuşağı vardır. Benim en sevdiğim karakter (bugün hala öyle) hayvanları çılgınca seven Elmyra’ydı. Warner Bros kuşağı bitince Heidi başlardı. Özellikle kız çocuğuysanız bu elma yanaklı, çıplak ayaklı köy kızının Peter ve dedesiyle maceraları o dönemin çocuklarını epey bir eğlendirirdi. Sürekli gülümseyen, her halinden memnun ve zor zamanlar bulduğu çözümlerle herkese derman olan bu kız çocuğunun büyüsü ve eğlencesi 90’ların çocukları büyüyünce bitti.
Heidi, İsviçreli yazar Johanna Spyri tarafından 1880 yılında Almanca olarak yazılmış ve iki bölüm halinde Heidis lehr- und wanderjahre / Heidi kann brauchen, was es gelernt hat isimleri ile okuyuculara sunulmuştur. Heidi romanı piyasaya sunulduğu andan itibaren büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmış ve döneminin en sevilen eserlerinden bir tanesi haline gelmiştir. Farklı dillere de çevrilen bu eser neredeyse tüm dünyada popüler bir hale gelerek çocukların sevgilisi oldu. Sonra da çizgi film versiyonuyla izleyiciler ile buluştu. İşte bizi ilgilendiren kısım da tam olarak burada. Bizler Heidi’yi özgür ruhlu, ele avuca sığmayan bir köy çocuğu olduğu için çıplak ayakla oradan oraya dağ keçisi gibi dolaştığını zannederken, işin iç yüzünün bambaşka, gerilim dolu bir gerçekliğe dayandığını öğrendik. İşte belki de o anda kirlendi içimizdeki çocuk dünyamız.
“Verdingkinder” kelimesini hiç duydunuz mu?
Ya da herhangi bir yerde okuduğunuz mu?
Bir metinde denk geldiniz mi?
Artık duymuş olacaksınız. Çünkü bu kelime İsviçrelilerin bile pek bilmediği bilse de bilmezlikten geldiği, adeta utandıkları bir kelime. Anlamı ise çıplak ayaklı çocuklar. 1960’lı yıllarda İsviçre’de ailesini kaybetmiş, kimsesiz çocuklar başka kişilerin ya da ailelerin yanına köle olarak veriliyordu. Bu çocukları sahiplenen aileler ise çocukları ya çalıştırıyor ya kiralıyor ya da başka ailelere çalıştırmaları için satıyorlardı. Yani tam tabiriyle köle olarak pazarlanıyor veya kullanılıyordu. Bu çocukların mülk edinme hakları yoktu ve genellikle ahırlarda hayvanlar ile beraber uyuyorlardı. Gördükleri cinsel istismar, işkence ve şiddette bu çocukların yaşamak zorunda kaldıkları durumlardandı. İşte verdingkinder’ler yani çıplak ayaklı çocuklar. Bu çocuklar diğer çocuklardan ayırt edilebilsin diye çıplak ayaklıydı. 1981 yılına kadar bu sistem Avrupa’da medeniyet deyince akla ilk gelen ülke de devam etti. Bizler, buz gibi bu gerçeklik üzerine farkındalık yaratmak adına çekilen bir çizgi filmi izlemiş olan kuşağız.
1960’lar Avrupa’sına, 1990’lar çocukluğumuza bakarak çocuklar için eleştirel bir yazı yazdığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Çocukların her dönemde çeşitli yollarla istismar edildiğini anlatmaya çalışıyorum. Biz büyükler çocukları hiçbir dönem, dünyanın hiçbir yerinde korumayı becerememişiz. Beceriksiz yetişkinler olarak hala ülkemizde 700 Binden fazla çocuk işçi gerçeğini görmemezlikten gelmeye devam ediyoruz. Daha fenası 18 yaş ve altı çocukların ayakları çıplak ya da değil istismar edildiği, katledildiği bir dünyada yaşamaya devam ediyoruz. Dünyada ses getiren Epstein Adası olayı ve devamında yankı bulan P. Diddiy vakası…
Ülkemizde işler çok mu yolunda?
İki aya yakın bir süre olmasına rağmen cinayetindeki sır perdesi aydınlanmamış olan Narin kızımızın katledilmesi ve tabi sıla bebek hadisesi de son iki aydır yaşadığımız toplumsal travmayı tetikleyen olaylardan sadece ikisi…
İnsan düşünmeden edemiyor.
Çocuk olsak.
Gözümüzü açsak.
Günlerden Pazar olsa…